Gurbet elde bir boşanma davası

Gurbet elde bir boşanma davası


Gurbet elde bir boşanma davası

 

-Hüseyin Kaya-

 

Kaıserslautern’de sosyal danışmandım. Belediye sarayında bana ayrılan büronun bir yarısında ben, diğer yarısında da belediye başkanının konuşmalarını hazırlayan yaşlı bir Alman memur çalışmaktaydı.

Günün birinde kaşı, gözü, kafası, eli  ve bileği sargılar içinde bir vatandaşımız  çekinerek içeri girdi. Tanımadığım bu yaralıya

‘Geçmiş olsun hemşehrim kaza mı geçirdin?’ diye sordum ama,  ben daha cevap alamadan Alman memur bana ‘Ne olmuş buna, trafik kazası mı yoksa inşaattan falan mı düşmüş?’ diye sordu. Yaralı arkadaşım ağlamaklı bir ses tonuyla: ‘Kaza  geçirmedim ağam, kudurmuş avradım beni evde bu hale getirdi.’dedi.

Merakla cevap bekleyen Alman’a ‘Hayır, kaza değilmiş, evde eşi bunu bu hale getirmiş.’ deyince Alman, ‘Vay be, demek Türklerde de kahraman kadınlar varmış ha.’ diye keyiflendi.

 Yer gösterdim, oturdu. Benden nasıl bir yardım beklediğini sordum. Yaralı, ‘Ben bu avradı boşayacam. Günün birinde bu karı benim kefenimi de biçer. Benim Almancam bi parça kıt, benimilen abukata gelir misin?’ dedi.

Sosyal danışman olarak önce bu eşleri barıştırma yönünü denemek istedim. Eşiyle de konuşmaya hazır olduğumu söyledim ama kabul etmedi, ‘Beni bu canavardan ancak mahkeme kurtarır’ dedı.

Görevim icabı, kendisinin belirlediği avukata gittik. Adamın boşanmak istediğini ve diğer söylediklerini avukata tercüme ettim. Üç hafta sonra mahkeme  beni tercüman olarak çağırdı. Hakim bana, taraf tarafsız bir şekilde tercüme edeceğime dair yemin ettirdi.

Hakim kadına, ‘Siz ifadeniz de kocanızın üzerine domates attığınızı söylemişsiniz. Doktor üç hafta çalışamaz raporu vermiş. Domatesle insan bu derece yaralanır mı.? diye sordu. Hakimin sorusunu kadına kelimesi kelimesine tercüme ettim.

Kadın ağlayarak: ‘Tercüman bey, hakim beğime deki, bu yere batasıca yalan söylüyor. Sadece domatiz mi atmışım? Attığım nohut, bezelye, mercimek ve kuru fasulyeleri niye söylemiyor?’ dedi.  

Tercüme ettim ama, hakim sinirlenerek:

‘Tercüman bey, ya bu kadın benim sorduğumu anlamıyor veya siz yeterince tercüme edemiyorsunuz. Tekrar soruyorum, domatesle, nohutla, bezelyeyle, mercimekle ve beyaz fasulyeyle adam nasıl bu derece yaralanır? Doğruyu söylesin ve mahkemeyi uğraştırmasın!’

Hakimin tehdit dolu sözlerini, ben de sesimi yükselterek kadına tercüme ettim.

Kadın, boşanmak isteyen kocasına dönerek  türkçe olarak  ‘Boyun devrilsin emi!’ dedikten sonra, ‘Tercüman gardaşım, hakim beğime de ki, belkim de domatizlerin, nohutların, bezelye ilen fasulyaların konserve kutusunun içinde olduklarının farkına varamamışım, ellehem. Belkim o sebeyiylen bu boyu posu devrilesi birez yaralanmış olabilir.’ dedi. Kadının söylediklerini  tercüme ettim.

Hakim mülayim bir ses tonuyla kadına, ‘Pekiy  poliste verdiği ifadesinde neden domateslerin ve diğer şeylerin konserve kutusunun içinde olduğunu söylememiş?’ diye sordu. Soruyu tercüme ettim. Kadın hakimin sorusuna cevap olarak: ‘Galiba, poliste verdiğim ifadem de bana domatizlerin ve diğerlerinin neyin içinde olduğu sorulmamış olabilir hakim beğim.’ dedi.

Adamın ve kadının sorgu faslı bitince, hakim her iki tarafın  şahitlerinin dinlenmesi için duruşma gününü ileri bir tarihe

 

 

 

 

 

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer

-Hüseyin Kaya-

‘Müslümanız Elhamdülillah’

 

Çalışmakta olduğum Bretz firmasının personel şefi, Bad Kreuznach ile Bingen şehirleri arasında kurulu Burglayen denen yerdeki bir şaraphane ye gidip tercümanlık yapmam için beni  görevlendirdi. Doktor Höfer’e ait Şaraphane de beni doktorun eşi karşıladı.

            Türkiye den bir grup işçi getirtmişler. İçlerinde Almanca bilende yokmuş. Gelen işçilerden biri iki günden beri  şaraphaneye girmiyor ve dışarıda duvarın dibine oturup bekliyormuş.  Patron kadın, bu işçinin neden çalışmadığını bilmek istiyormuş.

            Elini işe vurmayan bu işçiyle konuştum. Meğer adam Türkiye de cami imamıymış. Dinine zarar verir ve eline şarap bulaşır da günah yazılır düşüncesiyle elini işe vurmaktan  çekiniyormuş.

İmamla konuştuktan sonra, imamın bana söylediklerini patron kadına tercüme ettim. Kadın, ‘İşin çok yoğun olduğu bu süreçte bu işçiyi diğerleri gibi mukaveleyle getirdik. Diğerlerin de olduğu gibi bunun için de 165 Mark para yatırdım. Eğer çalışmazsa mukavelesini bozmaya hazırım ama kendisinden 165 markı da isterim. Şayet parayı vermez se, durumu yetkili daireye bildirir ve gerisin geri memleketine postalarım’ dedi. Bu işçi arkadaşa, bu sınıf kardeşime içtenlikle yardım etmek istedim ve patron kadına dönerek:

‘Acaba işletmeniz de imamın şaraba el vurmadan yapabileceği bir iş yok mu?’ diye sordum. Kadın biraz düşündükten sonra ‘Elini şaraba bulaştırmadan makine de şişeleri etiketleyebilir.’ dedi.

Patron kadının mukaveleyi bozma, para talebetme ve memlekete yollama konusunda söylediklerini imama tercüme ettim. ‘Elini şaraba bulaştırmadan makineyle, akar banttan  gelen dolu şişeleri etiketliyebilir misin?’ diye patron kadının teklifini kendisine  söyledim.

İmam, üzgün bir ses tonuyla

‘Tercüman bey, Müslümanız elhamdülillah. Elim şaraba bulaşırsa, yarın Sırat Köprüsünün önünde nasıl hesap vereceğim. Ben, cami de hocalık yaptığım şunca sene hep cemaata ‘Kim ki bir yudum şarap içer, Ahirette bin yıl katran kazanında kaynar’diye vaiz vermiştim. Onun için şaraba el vurmam. Lütfen beni anlamaya çalış’ dedi ve devamla,  elin günün içinde memlekete geri gitmem bahis konusu olamaz. Bende, bunun istediği para da yok. Madem elimi şaraba vurmadan çalışacaksam, tamam kabul ediyorum.’ dedi.

İmamın söylediklerini patrona tercüme ettim ve her iki tarafta durumdan memnun kaldı. İmam ertesi sabah derhal işe başlayacağını söyledi.

Üç ay kadar sonra bir akşam yolum düştü o tarafa. Arkadaşlar geldiğimi duyunca, dışarıda olanlar da barakaya toplandılar. Gelen soruları cevaplamaya çalıştım. İmam da oradaydı. Arkadaşlarla uzunca bir sıla hasreti sohbeti arasında imama dönerek ‘Nasıl işine alışabildin mi imam efendi?’ diye sorunca, daha imam cevap vermeden diğerleri ‘Ohoo, imam efendi bizlerden daha çok şarap tiryakisi oldu maşallah’ dediler. İmamın yüzüne daha bir dikkatle baktığım da, yanaklarının ucunun Amasya elbası gibi kızarık olduğunu gördüm.

O sıra İmam birden bire ortadan kayboldu. Biraz sonra üç şişe şarap ile bardakları önümüzdeki masaya koydu ve gülerek,

‘Tercüman bey, bunlar şaraphanemizin en kaliteli şaraplarıdır. İçelim, içelim de bir güzel açılalım. Gerçek şarapta gizliymiş. İçelim de gerçeği bulmaya çalışalım’ dedi ve şarabı bardaklara boşaltmaya başladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

zaman olur ki hayali cihan değer babından-3

‘Alamanlar Gayfeyi ne tevir içerler?’

-Hüseyin Kaya-

  Bir cuma akşamı Alman kahvesine gitmek önerisi Mehmet’ten geldi. Kalmakta olduğumuz Bad Kreuznach şehrinde yakınımızda ki bir kahveye gitmeye karar verdik. Ümmet bizimle gelmek istemiyordu. Biz de arkadaşımızı odada yalnız bırakmaktan yana değildik. Israrlarımız üzerine, Ümmet ‘Dinime zarar vermemesi için bana rakı, şarap yaklaştırmazsanız ve bir de Alaman garılarının bana tebelleş olmasnı önlersenir hatırınızı kırıvirmeyin de geliviriyin.’dedi.

Sevindik, giyindik, kravat taktık ve ceketimizin mendil cebine de birer beyaz kağıt mendil yerleştirdik. Almanların ‘Gasthaus’ dedikleri, misafir evi anlamındaki yere çekinerek girdik. İçerdekilerin meraklı bakışları arasında gidip dip köşede bir masaya oturduk. Garson bayan elinde kalem kağıtla spariş almak için masamıza geldi. Alman dilini bilmiyoruz. Türkiye’den gelirken tren de öğrendiğim tek kelime Almanca çorbanın adı  olan ‘Züppe’de şu an işimize yaramadı. Birbirimizin yüzüne baktık. Mehmet ile  Ümmet’de bir hareket görmeyince, elimin baş, işaret ve orta parmaklarını garson kadına gösterdikten sonra ‘kahve’ dedim. Biraz sonra garson bayan, kocaman üç fincan kahveyi masamıza bıraktı. İlk kez gördüğümüz bu fincanların büyüklüğüne şaşırdık.

Ümmet ‘Len Üssüyün, sen bu gavurcayı nirde belleyivirdin len? Len Memet, gördün mü, herifçioğlu bir kelamınan gayfeleri ısmarlayıvirdi. Bundan songra dilbazımız sensin.’dedi. 

Ümmet arkadaşımız saflığına biraz saftı ama, kahve fincanına bakarak:‘Acaba Alaman kafirleri gayfeyi ne tevir  içerler? Mahçup oluvirmeyelim bunlara garşın. Dinimizin ve memlegetimizin şanı şerefi var.’dedi. O an Yaşar Kemal’in İnce Memet romanını hatırladım. Kitabın bir yerinde, ağanın küçük oğlu köye geliyor. Köylüler de ‘ağamızın oğludur’ diyerek oğlana kahve pişiriyorlar. Velet, kahveyi höpürdeterek içerken, köylüler oğlanın kahve içişine” hayran oluyorlar ve ‘Ağa oğlu olduğu nasıl da belli oluyor’ diye kendi aralarında  fısıldaşıyorlar.

             ‘Öyleyse, biz de kahvelerimizi höpürdeterek içelim.’dedim. Ben elimi fincanın kulpuna uzatınca, Mehmet’le Ümmet’de otomatize olmuşlar gibi fincanlarının kulpuna sarıldılar. Birlikte esaslı bir höpürdetmeyle ilk yudumu aldık. Himmet çok mutlu oldu ve ‘Aferin len Üssüyün, Kemal Yaşar’ın kitabını iyi hafızlamışsın. Ağanın oğlu gibi gayfelerimizi ve de didiğin tevirde içince, Alaman kafirleri bize hayran galdılar. Cümlesi  dönüp bize baktılar ve böylesi tiryakileri ilk görüyoruz bu Kreuznah Bad şehrinde diyorlar ellehem’dedi.

            İkinci yudumu alırken höpürdetmeyi oldukça abartmış olmalıyız ki, Almanların birkaçı başlarını sağa sola sallıyarak, bize bakıp ‘Heyy! Heyy!’ diye naralar attılar. Biz bu  naraların ne anlama geldiğini de analayamadık. Oradaki Alman kadınlar da bizlere bakarak kahkahalar atıyor, birşeyler konuşup bizi işaret ediyorlardı.

 Ümmet’in mutluluğu yüzünden belli oluyordu. ve: ‘Kafirler gayfe içişimizi tasdik ve bizi tebrik idivirdiler. Alaman garıları bilen gülüp keyiflenivirdiler.’ diye konuştu  Ümmet.

Ama, Almanların bu tavrı benim tuhafıma gitmişti. ‘Arkadaşlar, üçüncü yudumu sessiz içelim ve Almanların reaksiyonunu gözetleyelim.’dedim. Mehmet kadınlı erkekli oturan grubu, Ümmet’in de tezgah önünde kadınsız bira içen Alman erkeklerini dikizlemesini önerdim. Arkadaşlar önerime uydular ve kahveyi sessiz yudumlarken, Mehmet ile  Ümmet dikiz için görev  başındaydılar.

Gözetleme işin”in sonunda,  Ümmet oldukça üzgün bir ses tonuyla ‘Alaman pezevenklerin de, gayfe içişimizle ilgili herhangi bir hareket yok. Gayfe içişimizi beğenmediler. ‘Len Türkler, gayfeyi makamıynan höpürdeterek içşinize hayran olduyduk ve keyiflendiydik. İyi başladınız emme sonunu berbat idivirdiniz. Yere batasıcalar, biz de siz karakafalı Türkleri gayfe tiryakisi belliyorduk. Meğersem sizlerde bu işi pek bilmiyorsunuz. Hem dininizin hem de   memlegetinizin şanını rezil idivirdiniz.  dimektir bu  ellehem.’ dedi.

Ümmet’in üzüntüsü dur durak bilmiyordu ve ‘Len Üssüyün, biz Kemal Yaşar’ın ağasının oğlu gibi başladık gayfeleri içmeye de nirden geldi senin aklına ki gayfeleri sessiz içelim diye. Ben bir daha tövbe billa gelivirmen sizinle böylesi yirlere’ dedi ve üç gün benimle konuşmadı...

 

NOT: Bu toplum da  höpürdeterek çay, kahve, v.s. içmenin ayıp sayıldığını.çok sonraları  öğrendik.

 

 

 

 

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer

 

Bad Kreuznach şehrinde 2 Nisan 1966 tarihli alışveriş maceram

 

Bir hafta için Mehmet’e, Himmet’e ve bana ortaklaşa verilen 50,- Mark avans parayla gelişimizin ertesi sabahı  yiyecek almaya gittik. Dükkan da, domuz ürünleri korkusuyla, memleketten tanıdığımız yiyecekleri seçtik ve   üç küçük şişe de süt aldık. Bahçedeki kulübemize  geldiğimizde oda arkadaşımız Himmet: “Bunlar ellehem domuz sütüdür. Bunlar odamızda kalırsa dinime zarar verir. Uykuda afakanlar geçiririm.  Ben elimi vurmam, defedin bunları!’ dedi. Belki de farkına varmadan eli şişelere değmiştir diye gidip ellerini sabunladı.

‘Türkiye de yeteri kadar rakı şarap içmişliğim vardı. Himmet arkadaşa göre benim bir kaç batman günahım birikmiş. ‘Sütleri ben içeyim’ dediysem de ‘Domuz sütü içen biriyle aynı odada kalmam, kendine yer bul!’ dedi. Mehmet’in, sütleri lavaboya dökme fikrine de Himmet ‘Orada bulaşıkları yıkayacağım. Oraya döktürtmem, ama kenefe dökün’ dedi. Mehmet ise, ‘Nimet kenefe dökülmez’ dedikçe Himmet, ‘Dinimize göre domuz sütü nimet   olamaz.’diye  karşı çıktı.

Son çare, yaşlı ev sahibesini el kol işaretleriyle kulübemize çağırdık. Sütleri işaret ederek, türkçe olarak ‘Bunlar domuz sütü mü?’ diye sorduk. Kadın birşey anlamadı. Biz de onun söylediklerini anlayamadık.

Daha sonra kağıda inek, koyun ve keçi resimleri çizdim. Sütlerin bunlardan hangisine ait olduğunu işaret ettikçe kadın, gıdaklayan  tavuk gibi ‘gut, gut, gut’ deyip durdu. Galiba çizilen şekilleri beğenmişti. Belki de resim sergisi açacağımızı mı düşünmüştü bilemedik. Domuz resmi çizmeye gayret ettiysem de domuzu görmüşlüğüm olmadığından beceremedim. Kadın şaşkın gözlerle baktı baktı ve ‘Bunlar beni niye çağırdı?’ dercesine sinirlenerek birşeyler söyleyerek çekti giti...

Himmet’in önerisiyle akşam karanlığında , sütleri   götürüp ev sahibesinin kapısının önüne dizdik. Aşağı yukarı iki saat sonra kapı çalındı. Himmet ‘euzubesmele ‘çekerek gitti ve kapıyı açtı. Yaşlı kadın elinde süt şişeleriyle içeri girip de  şişeleri Himmet’e vermek isteyince, Himmet şişelere el sürmemek için iki adım geriye sıçradı. Kadın şişeleri masaya koydu. Himmetle Mehmet kadına Türkçe olarak ‘Sütleri götür kendin iç. Biz domuz sütü içmeyiz’ dedilerse de kadın birşey anlamadı. Kadın şaşkındı mırıldanarak, sinirli bir şekilde el  ve kol hareketleriyle  odayı terketti.

Bir süre sonra Mehmet, süt şişlelerini yakındaki kilisenin kapısına bırakmamızı önerdi. Himmet, bu gece vakti kilisenin semtine uğramanın dinine zarar vereceğini ileri sürerek bizimle gelmek istemiyordu. Mehmet, Himmet’e sinirlenerek ‘Geldik geleli habire dinden imandan bahsediyorsun ama şimdiyedek bir rekat namaz bile kılmadın.’ deyince, Himmet daha bir köpürerek ‘Len Memet sen  benim namazıma niyazıma ne garışıyon? Gün, ay  yoğsam sene mi bitti gılınmadık namazlarımı gılmaya?’ diye çıkıştı.

Kendisini ikna ettik ve kollektif çalışmaya katılmasını sağladık. İstemeyerek de olsa, uzaktan gözcülük görevini kabul etti. Üçümüz birlikte kiliseye doğru giderken, Himmet, dinine zarar gelmesin ve günah yazılmasın diye , habire ‘Gulhüvallahları, Sübhanekeleri ve Elhamları’ ardarda sıralıyordu. Şişeleri Salienenstr.  girişindeki kilisenin kapısının önüne dizdik ve arkamıza bakmadan barakaya doğru yola dizildik.

Birlikte eve doğru gelirken, Himmet: ‘Siz bana habire Himmet deyip duruyorsunuz. Bizim köyde bana Ümmet  derlerdi köylüler. Bundan sonra bana Ümmet diyeceksiniz’ diye bizi tembihledi. Bizde ‘Emrin başımız üstüne Ümmet efendi!’ diye onu sakinleştirdik. Anlaşılan Ümmet efendinin maceraları burada bitmeyecek değerli okurlar.

Almanya’ya geliş nedenlerimize bir bakış...

-Hüseyin Kaya-

Almanya denen bu el kapılarına, kendi isteğimizle ve güle oynaya gelmedik. Bizleri bu ‘Modern kölelik’ kapılarına gelmeye zorladılar. Türkiye’nin gelmiş geçmiş burjuva hükümetleri ekmek parası kazanabilmek için toprak ihtiyacı olanlarımıza toprak vermedi. İş gücümüzü satacak iş olanakları yaratmadı. Paramız olmadığından bizlere, tahsil yapma olanağının demir kapıları yüzümüze kapatıldı. Şurada burada iş bulabilenlerimiz de, eldeki kazançla doğru dürüst geçinemedik. Borçlandık ve borcu ödeyemez hale geldik.

Köyümüzü terkedip, büyük umutlarla şehre göçenlerimiz de ev sahibine kirayı, bakkala, manava, belkide haftada veya onbeş günde bir kere zar zor korkarak uğradığımız kasaba olan borcumuzu ödeyemez hale düştük.

Aile bireylerimize daha insancıl bir yaşam standardı yaratabilmek düşüncesiyle aile ve yavrularımızı yaşlı gözlerle geride bırakarak düştük bu modern kölelik diyarının yollarına. Bu gurbet yolculuğumuzda, savaşsız ve sömürüsüz hakça bir dünya ve kardeşçesine bir yaşama kavuşma düşüncesi  vardı yüreklerimizde...

Gelgelelim, Alman tekelleri tepeden tırnağa sağlam işgücü talep ediyordu. Amaçları, Alman hastalık sigortalarına veya işletmenin hastalık sigortalarına masraf çıkarmayacak şekilde ve uzun zaman hastalanmadan çalışabilecek işgücü istiyorlardı. Ankara ve Istanbul da kurulan Alman irtibat merkezlerindeki sağlık muayene safhaları insan onurunu ayaklar altına alıcı bir nitelikteydi Dişimizden, tırnağımıza, idrarımızdan, kıçımızın içine varana kadar muayene etmedik sağlam yerimizi bırakmadılar. . ( Rahmetli Yılmaz Güney bu konuda film bile yapmıştı)

Buraya getirilenlerimizi de sürü misali, doldurdular sağlıksız köhne sac ve tahta barakalara. Bizler Alman tekellerine sudan ucuz işgücüydük. Kazancımız yeterli olmadığından, tek umudumuz ancak fazla mesai saatleriydi.

  Ha bugün sılama dönüyorum, ha gelecek yıl dönüyorum diyerek kendimizi avuttuk durduk. Dişimizden, tırnağımızdan artırabildiğimiz paralarla kısa sürede dönüyoruz düşüncesiyle, önce köyümüze yatırım yaptık. Daha sonra ondan vazgeçerek yatırımlarımızı şehrimize yönlendirdik. Evde yapılan hesaplarımız çarşıya uymadı. Yatırımlar için sarfedilen paralar boşa gitti ve yapılan yatırımlardan doğru dürüst bir istifade göremedik...

Bu arada JET-Fadıllar, Kombasanlar ve daha başka  harami sürüleri dadandı buralara. Buralarda ki cami imamlarını da çıkarlarına alet ederek din, iman, Kuran, cennet ve cehennem yalanlarıyla saf insanlarımızı kadırdılar ve ellerindeki alın terlerini ve el emeklerini çuval cuval toplayıp götürdüler. Sonra da ‘Kusura bakmayın iflas ettik’ deyip paralarını aldıkları insanlara para yerine bir tas soğuk su içmeyi öneriverdiler.

 Soygun bununla da kalmadı. Konsolosluklar da pasaport harcı dediler soydular,   Oğullarımızın askerlik bedeli dediler soydular, izine geldiğimiz de gümrüklerde soydular ve devletin bu kollektif soygunu aralıksız ve acımasız hala devam edip duruyor...

Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı ve birde baktık ki, yaşlanmışız ve  işgücümüzün posası kalıvermiş. Patronun acımasız adamları bizleri, ‘Yaşlıdır, yeteri kadar artı değer üretemiyor’ diyerek kıvamına getirip  günün birinde de  bizi kapı dışarı ediverdiler.

İşgücü olmaya işgücüydük ama  biz gelenler herşeyden önce insandık. geldiğimiz ülkenin dilini, töresini, örf ve adetlerini bilmiyorduk.Sosyal ve kültürel gereksinimlerimiz vardı. İnsan onuruna yaraşır bir ilgi bekliyorduk. Tüm bu konularda umduğumuzu ne burada ne de memlekette  bulamadık.

Almanya, hoşgelmediğimiz yerdir,

Almanya, modern köle yapıldığımız yerdir,

Almanya, mesleğimizi kaybettiğimiz yerdir,

Almanya, en kötü işlerin bize verildiği yerdir,

Almanya, izole edildiğimiz yerdir,

Almanya, sık sık hakaret gördüğümüz yerdir,

Almanya, sorunlarımızla başbaşa kaldığımız yerdir,

Almanya, ‘Yabancı’ sözünün hakaret olarak söylendiği yerdir,

Almanya, ağız dolusu gülemediğimiz yerdir,

Almanya, sık sık ağladığımız yerdir,

Almanya, dostluğun sağlam olmadığı yerdir...

 

 

 

 

Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer babından

Almanya’nın Bad Kreuznach şehrine geliş öykümüzden kısa bir kesit...

(Hüseyin Kaya)

30 Nisan 1964 günü, işgücü alım ve satımı adı altında Ankara ve İstanbul’da tam teşkilatlı ‘Modern Köle Pazarı’ kurulması için Türk satıcılarla Alman alıcılar arasında alkışlarla, Almanya’nın o zamanki başkenti Bonn’da anlaşma imzalandı.

                Alman Hükümeti, önceleri kişi başına muayene, geliş ve yiyecek paketi masraflar için 85,- Mark bir fiyat biçti bizlere. Önceleri işçi treniyle,sonraları ise, ‘modern kölelere’ olan acil ihtiyaç nedeniyle uçaklarla getirildiklerinden fiyat 165,-Mark’a yükseltildi.

                Sağlık muayeneleri safhalarından sonra, Istanbul’dan özel işçi treniyle dilini, töresini, örf ve adetini bilmediğimiz Almanya diyarına sevinç ile yürek burukluğu arasındaki duygularımızla hareket ettik. Lokomotif sürücüsü biz yuvasından uçup gitmekte olan ‘Gurbet Kuşlarının’ duygularına ortak olurcasına, sirene uzun uzadıya bastı. Ses dağlardan, derelerden yankılandı ve geri geldi...

İstasyonda beni uğurlayan hiç kimsem yoktu. Gidenlerin bazılarını uğurlamaya gelmiş olan eş, dost ve çocukları mendil sallıyorlardı. Gitmekte olanlarla, kalanların bazıları ise gözyaşlarını tutamıyordu. Ağlayan ve mendil sallayanlarla dayanışma olsun diye ben de gamlandım ve mendil sallamaya başladım.

Tren kompartımanında dört kişiydik. Üçümüz yeni gidenlerdik. Dördüncüsü ise altı ay evvel Almanya’ya gitmiş olan ve daha sonra hasretliğe dayanamayarak iki haftalığına izine gelmiş genç bir fabrika işçisiydi. Onunla aynı kompartımanda olmamızı adeta bulunmaz bir şans olarak değerlendiriyorduk. Almanya’daki çalışma koşulları, kazanç durumları, gideceğimiz ülkenin coğrafyası, dili, örf ve adetleri konusunda sorularımız bitmek bilmiyordu.

Taki adam bilebildiğince, sorularımıza cevap vere vere uyuklayıncaya kadar. Garibanım bir ara uyanır uyanmaz, kendisine ‘Bana bir kelime Almanca öğretir misin?’ diye ricada bulundum. ‘Valla arkadaşım, ben de Almancayı pek öğrenemedim. Çünkü üç vardiya çalışıyorum. Her gün iki, hatta üç saate varan fazla mesai yapmazsak, aldığımız para pek bir şey ifade etmiyor. İşten dönüp, kaldığımız barakaya geldiğimizde, yorgunluktan zaten yarı ölü durumdayız ve Almanca öğrenmeye biz de mecal kalmıyor.’ dedi.

Fakat yine de benim bir kelime Almanca öğrenme ricama karşın yardımcı olmak istiyordu. Ve bana hangi kelimeyi öğrenmek istediğimi sordu. ‘Örneğin, bir lokantaya girip, bir çorba isteyebilmek için ‘çorba’ kelimesini öğreneyim,’ dedim. Adam bu sözün Almanca’sını birden hatırlayamadı. Epey düşündükten sonra sevinçle ‘Züppe!’ diye bağırdı. Lafı duyar duymaz, Türkiyede birçok zengin çocuklarının ve sonradan görmelerin yaptıkları züppelikler aklıma geldi. Oldukça kolay ve unutulmayacak bir kelimeydi çorbanın Almanca adı. Böylece, Almanca öğrenme işine ‘züppe’ ile başlamış oldum. Bir kelime Almanca öğrenmenin mutluluğunun rehavetiyle uykuya dalmışım... Ve biz yeni gelen ‘üç silahşörler’ günlerce süren tren yolculuğumuzun sonunda Bad Kreuznach adındaki şehre vasıl olmuştuk...

 -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

-Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer-

 

“Çekilim len, bana Gonyalı Himmet  dirler!”

 

1966 yılı Mart sonu 800 kişilik işçi treniyle Almanya ya geldik. On gün önce geldiğimiz Bad Kreuznach da, Marienwört hastahanesine yakın, Frau Wohlleben adındaki yaşlı bir kadının   evinin arkasında ki bahçe klübesinin odasında üç kişiyiz.

Mehmet Bayburt’un, Himmet Konya’nın, bende Pülümür’ün bir köyündenim. Gensingen deki işten döndükten sonra, Himmet arkadaşımız, akşam benim kendisine yazdığım mektubunu postahaneye götürmek amacıyla evden ayrıldı ve oldukça gecikerek geri geldi. Sorumuz üzerine gecikmesinin nedenini bize kendi köy ağzıyla şöyle anlattı:

“Gavur kilisesinin önündeki gocaman sokağın başına geldiydim, bir de baktım ki, bu tarafta hemide o tarafta adamlar, garılar ve çocuklar garşıdan garşıya geçmek için bekleşiyorlar. Neymiş, bunlar vasıtalara yol virirmiş. Şaştım galdım bu gorkak gavurların işine... Ülen biz Gonya’da vasıtaların arasından garşıdan garşıya geçmiyor muyduk? 

Ülen bu gavurlar gorkak ellehem didim. Şu gavurlara garşıdan garşıya nasıl geçilir, bir tarif idiviriyin deyi ağzımın için de heybetli bir Hazreti Ali narası attım. “Çekilin len kafirler, bana Gonyalı Himmet dirler!” didim ve gırmızıda vurdum garşıya geçivirince, garşıda goca bir kafir bileğimden möhkemce kavrayıvirdi. Ben goca kafirin çilli cemali aliyesine bakıvirince, o, şalvarının göt cibinden gafa kağıdı gibi bişey çıkarıp bana gösterivirdi.Meğersem bu gavur, polis ağaymış.Ben gonuşuviriyom emme o bizim dili bilemiyor. Yüzüme bakıp duruvirdi.

Songradan bir adam gelivirdi yanımıza. Bir bana, bir de goca kafire bakdı. Ellehem bana acıdı ve “Len hemşerim, nirelisin sen, ne gabahat işledin len?” diyivirince ben “Amanin, len seni yeri göğü yaradan gözel Allahım mı yollayıvirdi bana? Len hemserim, sen Türk müsün, yoğsam müslüman mı? Bu çilli kafir benim bileğimi niye dutmuş? Beni nirden tanıyormuş? bi soruvir hele. Meğersem yanımıza gelen hakikaten dilbazımış. Bileğimi bırakmayan polis ağayınan gözelce gonuştu. Songra bana “Len hemşerim, sen niye gırmızı lambada geçivirmişin? Bu polis sana ceza yazıvirecekmiş” didi.

“Aman eleman, bizim Gonya’da bizim deyzoğlu Seyfullah ile gırmızıda geçtiydik. “Len deyzoğlu, hangi renk lambada geçivirir adamlar garşıdan garşıya?” deyin soruvirdiydim ona.

“Len Himmet, gırmızıda adamlar geçer. Sarıda sarı ineklerle sarı öküzler geçer diye duydum da gara öküzlerin hangi renkte geçtiklerini bilemiyom. Yeşilde de Bozkır’dan ve Ermenek’den gelen deve kervanları geçer miş.” dedi bana. “Len gardaşım bu polis ağa, benim deyzoğlu Seyfullah’ın bildiklerini bilmiyor mu?” Polis ağayınan, dilbaz ağa bir gözel gonuştular. Meğersem polis ağa benden beş gavur gaymesi ceza isterimiş.

“Len Müslüman gardaşım, ben bu mektubu Gonya’nın Sille’sindeki köyüme yollamak için pul paramdan gayrı, yanımda gavur parası yok.Şu paraya da ekmek alıvirecem. Meğersem polis ağa merhametliymiş.

“Len madem Himmet ağanın parası yoğumuş, onu bu seferliğine affedivirdim. Emme bir daha gırmızıda geçivirmesin. Bu memlegette deve yok. Deve kervanı da yok. Sarı öküzlerle sarı ineklerin şehre gelmeleri yasaktır bu memlekette. Bundan songra daima yeşilde geçsin. Songracığıma, gırmızı da bekleşiviren çoluk çocuğa garşın da kötü örnek oluvirmesin.”

Polis ağanın bu kelamı üzerine “Len gardaşım möhkemce annadım polis ağamın didiklerini. Ellehem bu polis ağam çoluk çocuk sahibi, gendini daha fazla yormasın. Belki o da eve ekmek götürecek. Aile horantasını benim yüzümden ekmeksiz bırakmasın” didim. Neysem goca kafir benim kendisine acıdığımı farketti ellehem ki bileğimi bırakıvirdi.

İşte bu memlegette gırmızıda geçilmeyeceğini, ineklerin çarşı-bazara gelişlerinin yasaklandığını, bu memlegette deve kervanlarının bulunmadığını da öğrenivirmiş oldum. Ağnadınız mı şimdi len, gecikmemin sebebi aliyesini?” dedi Himmet.

(Hüseyin Kaya)

 

Site durchsuchen

© 2010 Halk Kültür Evi . Yazıların içeriyi yazarlara aittir.